"Life Happens"

Öyle dedi, denge terapisti - Türkçe'ye çevirmiyorum bu kez, "Hayat işte" demiyorum, çünkü karşılamıyor. Bunu demesinin üzerimdeki etkisini karşılamıyor.

Dün yine geç kaldım, randevuma. Bir süredir hep geç kalıyorum, hemen her randevuya. Bir de, bu ilk randevuydu. Nörolog bir ay önceki randevuda denge terapisi önermişti. İlk randevuyu bundan üç hafta önce aldım. Fatigue dedikleri yorgunluktan gidemedim; arayıp haber de veremedim. İkincisinde kiraladığım zip.car arızalanmıştı ve yerine verdikleri araba yürüyüş mesafesiyle çok uzaktaydı. Araba kiralama servisinden en az beş günlük kiralanabiliyordu. Vazgeçtim. Üçüncüde burada buz fırtınası vardı. Dışarı çıkmamamız öneriliyordu. Dünkü randevum için ayırttığım zip.car'a 30 dk. yürüdüm, geç kaldım; denge terapisi bölümü için nereye park edeceğimi bilemedim, nispeten uzak bir garaja park ettim. Ve toplamda 45 dk. geç kaldım. Kırk-beş-da-ki-ka!

Randevu zamanına uymakla ilgili dört ayrı programdaki aksaklıklar için 'kusura bakmayın' deyip dururken, "önemli değil, dert etme" yanıtlarına ekledi, görece genç olan denge terapisti - asıl terapistin (Amy) asistanı olduğunu söyledi, (Gabriel): "Life happens." Ne güzel iki kelimedir; "hayat böyle bir şeydir; bu tür aksaklıklar, böyle şeyler olur"... Gerçekten öyle, değil mi? Hayat ve biz geç kalırız; koordine olmakta zorlanırız; sandığımızdan daha yavaş yürürüz vs... 

Ama terapistler çok anlayışlıydı ve birkaç "üzgünüm; kusura bakmayın"dan sonra hem mahcubiyetimi hem suçluluk duygumu silip süpürdüler. Sıra, kontrole geldi. 


Bir dolu test yürüyüşü, dönüşü, bacak indirme kaldırma, oturup kalkma, göz kapalı sabit durma, göz kapalı ayak burnu birbiri ardısıra yürüme - yürüyememe - yaptım. Bir kısmını yapmaya çalıştım, tabii. Hep çok cesaretlendirici, hep çok olumlu, hep çok güven vericiler. Seninle ilgilendiklerini, sağlığının onlar için önemli olduğunu farkettirirken seni failliği eksik kalmış bir özne olarak konumlandırmadıklarını çok uğraşmadan, basitçe, açık bir ilişkilenmeyle anlatıyorlar. Bir aşamada şöyle dedim; "Çok tuhaf bir hastalık bu MS, yorgunluğunla ilişkin çok riskli. Yorgunluğuna anlayış gösterip, dinlenmeye yattığında yattıkça yatıyorsun. Sonra daha da yatıyorsun. Yattıkça yoruluyorsun..."  Gabriel "öyle", dedi,  "o nedenle dengeli gitmende fayda var. Kendini çok zorlama." Her şeyi bilircesine akıl vermeyi pek seven bir kadın arkadaşı hatırladım. Ağzımdan zorla alıp MS'li olduğumu - özelime zorla burnunu sokup - emareleri listeletip, ardından sen de fazla kaptırmışsın kendini bu hastalığa. Yapma bunu..." vs. vs.. "Ah şekerim", demek isterdim; "ben de yapmasam keşke diyorum da... İşte böyle her gün, neredeyse her dakika hatırlatmasa kendisini." Demedim. Zaten zorla söyletilmiş olmanın... - bir sussun artık dersiniz ya; şeker verirsiniz eline sürekli işgale yeltenenin öyleydi, öyle söylemiştim. Zaten zorla söylemiş olmanın bunaltısıyla kestirdim. Sustum ve bir daha bu konuyu açmaya kalktığında lafı değiştirdim. İyi taktik, öneririm.


Her neyse, dünkü denge terapisi seansı ise bambaşkaydı. Şimdiye kadar ABD'de bir istisna dışında doktorlarla hep olumlu, cesaretlendirici ilişkim oldu. (İstisnayı başka bir yazıya saklıyorum.) Doktorlardan kastım ağırlıklı olarak MS bağlantılı olarak gittiklerim. Hep moral artışıyla çıktım. Dünkü, bilmiyorum belki bunca zamandır çok az insanla fiziksel anlamda karşılıklı bunca iletişim kurduğumdan, hepsinin ötesinde olumluydu; cana yakındı. ABD gibi bir memlekette tuhaf kaçabilir; ama böyle. En azından sağlık sektöründe böyle. İnsanların belirli bir kısmı sağlık sisteminin berbatlığının öylesine farkındalar ki, hastalara ellerinden geldiğince iyi davranıyorlar. Ya da, hepimiz müşteriyiz, sağlık hizmeti tüketimi sonrasında e-posta kutularımıza düşen müşteri memnuniyet anketleri etkili bu iyilikte. Ama yok, UPMC'den bahsediyorum. Jonas Salk'ın, çocuk felçi aşısını 1952'de geliştirdiği ve 1955'te onaylanarak kullanılmaya başlandığı kurumdan. Salk patent sorulduğunda, "ne patenti, bu halkın aşısı, halka ait olan bir aşının patenti mi olurmuş" yanıtını vermişti. İkinci opsiyon daha uygun geliyor aklıma; öyle olsun istiyorum, yürekten. Şu tuhaf zamanlarda birlikte iyileşebileceğimize olan umudumu, birlikte iyileşmek için inadımı yitirmek istemiyorum.


Bir Varmış, Bir Yokmuş

Eylül'de bıraktım yazmayı sanıyordum. Meğer son yazıyı Haziran'da eklemişim, blog'a. Nasıl hızlı akmış zaman, ne kadar az ve ne kadar çok şey yapmışım, yaşamışım; olmuş bitmiş ne çok şey var ve ne kadar aynı birtakım diğer şeyler.

Yazmayı Eylül'de bıraktığımı sanıyordum. Çünkü yaşam algım 4 Eylül'den itibaren başkalaşmaya başladı; 13 Eylül'den bu yana rayına oturup oturmadığından henüz emin olamadığım başka bir ritme alışmam gerekti. Eylül'den bu yana yazmadığım sanıyordum; çünkü babam Alzheimers' bakım merkezinde COVID-19 (+) teşhisi akabinde 4 Eylül'de devlet hastanesine kaldırıldı ve 13 Eylül 2020'de 10 gün bulunduğu hastanede COVID-19 bağlantılı kalp yetmezliğine bağlı olarak aramızdan ayrıldı. Benim kullanmayı tercih ettiğim ifadeyle, 13 Eylül'de yeryüzünün benim bildiğim yüzünden ayrıldı. 16 Eylül'de toprağa verildi. Şimdi, artık, Türkiye'ye dönüp, kabrini yaptırmayı, bize okuyageldiği, bizi ezberiyle şaşırttığı şiirlerden bir dörtlük yazılı mezar taşını ayakucuna koyacağım günü bekliyorum. 

Gelecek/tir. O zamana kadar umarım gittikçe kötüleşen gündelik yapıp etmeler yattığı yere ulaşmazlar. Eylül'den bu yana beni saran tek endişe bu. Endişe dediğin kişisel oldukça yönetilebilir. Ve sevgili babamla ilişkim hep çok kişisel, hep öyle. Babalık ne kadar kurumsal, herkesçe bir mesele olsa da, baba-kız ilişkisi doğru düzgün kuruluyorsa hep kişisel. Benimki de öyle. İyi ki böyle. Bunu geç farketmiş olsam da böyle. 

Babam, bana konan MS teşhisini hiç bilmedi, bilemedi. Babam, zaten, 18'imden sonra yaşantımla ilgili çok fazla bilmedi; benim aktardığımla yetindi. Bununla yetinmesini, dert etmemesini, benim aktardığımın değerine bağladığını çok geç anladım. Anlayana kadar inat ettiğim, bana önem vermediğinden yetiniyor olmasıydı. Oysa çok erken zamanlardan itibaren bana olan güveniyle verdiğimle yetindiğini, daha fazlasını talep etme hakkını kendinden men ettiğini Alzheimers'ın artık evdeki yaşama izin vermediği aşamada, Alzheimers merkezinde yaşaması için ayarlamaları yaptıktan hemen sonra eşyalarını tasnif ederken bana hitaben yazmaya başladığı yarım mektubunda anladım. Çok geç, çok. Neden bu kadar geç kalırız bunca önemli konularda? Ya da, belki, böylesine geç kalmamız mı gerekir - nadir mektupların değerini bilmek için? O mektubu okurken babamı çok sevdiğimi farkettim; yaşamımdaki yerini teyit ettim. Onun bana sevgisini bir kez daha ve daha doğru anladım. Evet, şanslı kız çocuklarındanım; şanslı kadınlardanım.

Yurtdışında, gurbette, memleket dediğin yerlerden uzakta olanlar bu uzaklık zamana ne kadar yayılırsa yayılsın hep ikili yaşarlar; bir burası vardır, bir de orası. Ya da aslında orası burasıdır da, burası dolayımlıdır. Görece kısa yurtdışı yaşantımda bunu hemen her gün deneyimledim; çoğunlukla annemle iki günde bir yaptığım FaceTime ya da WhatsApp görüşmelerinde; babamla ya da babamla ilgili iletişim süreçlerinde. Babam 4 Eylül'de hastaneye kaldırılana kadar her hafta bir kez WhatsApp üzerinden konuşuyorduk. Daha doğrusu, o gittikçe az konuşuyor, çok bakıyor, gülümsüyordu. Sanırım aklında en son silikleşen imge benimle ilgiliydi. Son 10 yıldır yaşamının düzenlenmesinde en fazla konuşan, en fazla çatıştığı ben olduğumdan... 13 Eylül'de babam yeryüzünün benim bildiğim kısmından ayrıldığından itibaren birtakım bürokratik konuları işletmek için Türkiye saatiyle yaşamam gerekti. Öyle zamanlar, ilk zamanlar, akıp geçiyor. Geriye kalanda, tortuyla, o, yaşamın belki de en önemli bileşeniyle yapıp ettiklerimizden, sevmelerimizden, nefretimizden, konuşmalarımızdan, söylediklerimizden ve söyleyemediklerimizden ve yapıp edemediklerimizden bize kalanla devam ettim. Beş ay az zaman; hâlâ öyle devam ediyorum. Bir kişiyle ne kadar uzun vaktiniz olursa, ne kadar fazla paylaşımınız olursa ayrılık onca zor olur. Babamla da öyle oldu. Beni hep rahat bırakan, kendime bırakan, son ve yarım mektubunda 'özgür bırakmayı' istediğini öğrendiğim babamla... İyi ki, çok uzun zamanlarımız oldu ve iyi ki Alzheimers dönemleri bu zamanların en fazla yüzde 10'unu kapladı.


13 Eylül'den bu yana, her ayın 13'ünde helva yaptım; un helvasını tercih ettiği fikriyle, un helvasını daha fazla yaptım. Bu kez, 13 Şubat'ta çok sevdiği bir tatlıyla, lokmayla andım onu. Eylül'den bu yana, istikrarlı bir şekilde kilo alıyorum. Babamın gidişiyle birlikte yürüme, MS egzersizlerini bırakıverdim.

Bedenime dönüşüm Aralık sonunda yogayla oldu. Hâlâ yürümüyorum. Yogayı ağır aksak yapıyorum. Geçen ay nörologla hastanedeki görüşmemde denge terapisi almamı önerdi; 15 Şubat Pazartesi günü ilk seansa gidiyorum. Nörologla, babam aramızdan ayrılmadan önce online/video görüşme yapmıştım. Tam, Aubagio'dan Mayzent'e geçiş yaptığım dönemdi. Beynimde ve boynumdaki lezyonlar aktif olmamalarına rağmen ilaç değişikliğinin neden yapıldığını anlamadığında, bazen lezyonlar aktif olmasa da semptomların kötüleşebildiğinden, dolayısıyla RRMS'den SPMS'e geçiş yapıyor olabileceğimden, Türkiye ve ABD'de daha önce bulunduğum eyaletteki doktorların bu nedenle Aubagio'yu bırakıp Mayzent'e geçmem gerektiğine karar verdiklerini söylesem de ikna olmadı. Ocak 2021'deki randevumuzu hastanede gerçekleştirdik - çok farklı oluyor; doğru düzgün oluyor. Kan tahlillerinde lenfositle ilgili değerler çok düşük çıkınca Mayzent'e ara verdik. Ardından yapılan tahlillerde lenfosit değerleri gözle görülür düzeyde iyileşmişti. 

Şu anda ilaç kullanmıyorum. Aubagio'ya geçiş için bürokratik işlemlerin tamamlanmasını bekliyorum. Ve şu an için yaşamım çok rahat. Ama her an lezyonların aktive olma riski var; ilaçların yan etkileri yoksa da MS'in kendince seyrinin hızlanma riski var.

Aubagio'ya geri dönerken - ve aslında bundan şikayetçi olduğumu söyleyemem, zira Mayzent gerçekten çok ağır yan etkili bir ilaç, zahmeti fazla.... - Melatonin de kullanmaya başladım. İki hafta boyunca hafta içi her gün 1 mg melatonin alıyorum. Mis gibi uyuyorum. Uyku düzensizliğim bir parça azalıyor. Hafta sonları ve ayın diğer iki haftası boyunca kullanmıyorum ki - beynim melatonin salgılamakta tembelleşmesin... O zamanlarda uyku bozuluyor; şimdi yaptığım gibi sevdiğim, gecenin sessizliğinde yazabiliyorum, uzun uzun. Kalkışlarım ya çok erken oluyor, ya gün ortasında. Çok dert etmiyorum. Bir süredir pek çok şeyi neredeyse hiç dert etmiyorum. Ama tabii, bu, üzülmediğim anlamına gelmiyor. Babamın gitmiş olması, artık Türkiye gidişlerimde onu göremeyecek olmam, ziyaret edemeyeceğim, deniz kenarında yemeğe gidemeyeceğimiz, doğum gününü kutlayamayacağım ve onun mahçup sevincine ortak olamayacağım bilgisi çok üzüyor. Birlikte dondurma yiyemeyecek, şekersiz, köpüksüz Türk kahvesi içemeyecek olmak da. 

Her kayıpla yaşanan kapanış döneminde olduğu gibi bu kayıp özelinde de Türkiye'ye gitmem, babamın yattığı toprağı mermerle çevirmem, mezartaşına sevdiği, son yıllarına kadar hiç unutmadığı şiirlerden birinden bir dörtlük kondurmadan kapanışla halleşemeyeceğim.

Yaşantım böyle; halleşmekle ya da halleşme planlarıyla akıyor. Fatigue istikrarlı bir şekilde devam ediyor; kimi zaman çok bezgin, kimi zaman çok bitkin oluyorum; moralim pek iyi değil. Sahi, bu hastalıkta moralin iyi olması ya da çok iyi olması mümkün mü? En fazla bezmiyoruz, vazgeçmiyoruz; bu da bize yetiyor. Çalışmaya ve yazmaya elimden geldiğince devam ediyorum. Hep daha yavaş ve bu nedenle hazırlıklı olmadığım için biraz daha canım sıkılarak, 'ama n'apalım' diyerek...

Bu yazı çoğunlukla babamı kaybetmek, az da olsa MS'le yaşantımla ilgili oldu. Aslında içiçe geçen bir deneyim bu. MS'i kendi haline bıraktığım, pek ilgilenmediğim, özen göstermediğim bir zaman diliminden geçtim. Bol yorgunlukla, bol ağrıyla, derin ağrılarla, duygusal dengemi koruma çabalarıyla ve üç pound kilo artışıyla devam eden bir zaman dilimi. Bugün daha dengeliyim. Ama tabii, bedensel açıdan dengesiz bir denge bu. Belki hayatın kendisi de böyle bir şey. İnişli çıkışlı, dalgalı. Belirli bir ritm aramakla geçiriyoruz günlerimizi, ritim bulduğumuzu sandığımızda bile inişin çıkışın ritmiyle avunuyoruz, aslında. Ben de bu fikre ikna ederek kendimi, ağrılarımın sıradanlığına alışmaya, dengesizliğime alışmaya ve tabii MS'li yaşantımın sürekli değişen ritmiyle yaşamayı öğrenmeye çalışmakla, nihayetinde bunca yapacak işin olmasına şaşırarak devam ediyorum. 

MS de sanırım bir parça böyle bir anlam dünyası istiyor - inatla devam etmeye odaklı. Ne bileyim, ne olursa olsun, bedeninde ne tür sorunlar yaşarsan yaşa, zihinsel olarak ne tür zorluklar, duvarlar, gerilemelerle yüzleşmek zorunda kalırsan kal, bütün bunların psikolojik yansımaları ne olursa olsun devam etmen gerekiyor. Tanımlanmış çok az bileşen var bu hastalıkta; bireysel düzeyde değişip duruyor. Çoğunluk sıcaktan mustarip olurken azınlıktaki bir grup sıcağa bayılabiliyor. Doktorlar ve herkes akşam 23.00 sabah 03.00 arası kesin uyumamız gerektiğini söylerken benim gibi tuhaflar bu aralıkta ve her aralıkta uyumayı çok sevseler de gecenin sessizliğinde yaşamaya devam etmeyi ayrıca seviyorlar. Bunun MS'le alâkası ilaç saatlerinde düzensizlik, melatonin salgısında şaşkınlık, günün düzeninde kayma yaratmasıyla ilişkili. 

Kronik bir mesele bu. MS'in kronik taşıyıcılarıyız. Böyleysek, MS'i eğip bükme hakkımız da vardır - öyle olduğunu, olacağını umuyorum.

Bunun nasıl olabileceğini gelecek haftadan itibaren her yazımda bir paragrafla kendimle ve okurlarım varsa eğer onlarla paylaşmayı planlıyorum.

Bakalım, bakalım...










As I talk about MS

So, here is a bunch of recent responses from those who hear about my MS-life, first time. Some are great, in total solidarity, written, told...