VE DANS...

Pliye... devlop... degaje... Başlangıç komutlar. Bale sözlüğünden hatırlayabildiğim kadarıyla. Benim bale dilimde sbagat, jimnastikli yıllarımın dilinde kartal en favori hareketlerimdendi. Hatırlarım, anne-babamı ve ablamı en sevindiren her yer hareketlerinden. Bazen beni çok sevmek için neden aradıklarında bu hareketi yapmamı istediklerini düşünürdüm, o zamanlar. Yapar yapmaz, sırayla sarılırlardı.☺️ Beş yıl boyunca, her derste bu komutlarla başlayıp gittikçe ağırlaşan, ağırlaştıkça güzelleşen, bedenimle tanışmamı, her yeni hareketle, her performansla onunla barışımı güçlendiren bir süreçten geçtim. O zamanın sözleri değil, bu, tabii ki. Bugünden bakınca söyleyebiliyorum. Ya da, bir süredir, sol bacağımı sürümeye başladığımdan bu yana, sağ bacağım güçsüzleşmeye başladığından bu yana ve belki çok daha öncesinden.

Beş altı yaşlarında tanıştım, baleyle. O yaşlara kadar çok korktuğum derin mavi sulara atılmamdan hemen sonra. Derin maviye uçarken bedenimi kuşatan titreme sulara gömüldüğüm anda özgürlük duy(g)usunu beraberinde getirmişti. Çok net hatırlıyorum. Babam yanımdaydı. Ne zamandır kulaç atışlarını biliyordum, kopyalayarak başım suyun içinde, gözlerim Akdeniz'in keskin tuzuyla yanmaya alışmak üzere apaçık hem derin dipin güzelliğini seyrettim, hem kulaç attım. Kulaçlarım COVID19'la yaşamaya başlayana kadar çok az durdu; aralar girdi, pek tabii... Ama düzenli yüzmelere bu kadar isteksiz, plansız ara hiç girmemişti. Bir daha ne zaman yüzebileceğimi, bir daha eskisi gibi kulaç atıp atamayacağımı bilmiyorum. Nicedir, Akdeniz'de kulaç at(a)mıyor oluşumu bile tahayyül etmemiştim. Bu da hazırsızlık yakaladı. Ve ne üzücü.

Baleye başlamam deniz sevgimle kıyaslanamaz. Denizin ve yüzmenin yaşantımdaki yeri bambaşka. Hiçbir zaman profesyonelleşme üzerinden şekillenmedi. Hep yaşantımın kendiliği içinde gelişti, yüzme - denizde yüzme. Deniz kesilince, araya bozkırlar, kuzey soğukları girince tuzsuz, tatsız, dipsiz, plastik sularda yüzme zamanları başladı. Hiç kulaç atmamaktan yeğdi. Yeğledim. Bale ise sanırım başladığımın ikinci yılından - yine sanırım altı yaşımdan - on bir yaşıma kadar yaşantımın giderek daha fazla alanını kaplamaya başladı; devam edebilmem için öyle olması gerekti. İyiydim; çok iyiydim. Bale öğretmeninin kabul etmeye yanaşmaz hallerinde - Akdeniz'in ayva göbeği, inatla geriye fırlayan kalçam - onayladığı ölçüde iyiydim. Hayatımda emin olduğum az şeyden biri: İyi dans ediyordum; korkusuzdum - partnerim beni havaya fırlattığında bir dönüşle koluna düşmekten çekinmiyordum; aksine keyif alıyordum; düşerken bedenime istediğim hareketi aktarmaktan gurur duyuyordum. Hiç istemesem de bisiklete daha az binmemi getirdi; yeri geldi, bisiklet yasağına isyanımı engelledi, bale uğraşı.

Sonra bitti. 11 yaşımda, o sırada gittiğim devlet ortaokul lisesinin hazırlık sınıfını geçmişken, konservatuvar sınavlarına hazırken, şansımı denemeyi isterken anne-baba engeliyle karşılaşınca, bu engeli benimseyince bale de bitti. Taşra kültürü baskın gelmişti. Çok dert etmediğimi hatırlıyorum, ya da derdi gündeliğe yaymamayı öğreniyordum. Artık baleyle dans etmeyecektim; bedenimi belirli bir disiplinde tutmak için çalışmam gerekmeyecekti. Sürekli dik durmam gerekmeyecekti; sokakta koşmaktan ve düşmekten korkmayacaktım, bisiklete binmeye imtina etmeme gerek kalmamıştı. Yazları sokak - ev - deniz arası geçebilecekti. Fena değildi.

Bale günleri bitmişti; ama baleden kalan esneklik hep devam etti, hayatımda. Yüzerken, yürürken, yazarken, bale dışı - ve zinhar göbek dansı olmayacaktı - her tür dansı amatörce yürütürken, jimnastikte, evdeki egzersizlerde...

MS esnekliğimi aldı; ne kadar hızlı aldı! Bundan üç yıl önce, MS teşhis/tanısına yaklaşırken yapabildiğim hareketler artık imkânsız. Yüzerken, yüzmeye eklediğim haftada üç seans pilates kurslarında rahatça yapabildiklerim; bayıldığım ve her aralığa her fırsatta eklediğim olabildiğince yürüme ve/ya da jogging performanslarındaki rahatlığım ne ara yapamadıklarım listesine dâhil oldu, zorluklara dönüştü, kestiremiyorum. Bunca hızlı katılaşmaya hayretle bakıyorum; bedenim de bana muzipçe. Onun yerine canım yana yana öylesine iptidai hareketler yapıyor ve bunları başarı addediyorum ki...

Eskinin Hayatı'nın gizli gülüşü ensemde.

COVID19'la birlikte evden çıkmamaya özen gösterirken, son iki buçuk ayda zorunlu haller nedeniyle üç kez dışarı çıkmışken aldığım kilolara bakıp 'en azından yüzüme renk geldi' diye avutuyorum, kendimi. Öte yandan, aslında COVID19 öncesinde, bir zamandır her dışarı çıkışın olan bitene nasıl bir meydan okuma olduğunu fark ediyorum - bir süredir, bir kilometre yürümenin nasıl yorageldiğini; eskiden beş kilometre hızlı yürümeye bana mısın demezken bir kilometrelik ağır aksak yürüyüşün sonrasında bir saat uzanma getirdiği bilgisiyle yaşamayı öğreniyorum.

COVID19'lu günlerim az sayıda istisna dışında 24/7 evde geçerken, Somon bundan memnunken, ben Somon'la bunca uzun süre aynı mekânı paylaşıyor olmakla mutluyken neredeyse her gün, kendiliğinden, bir süre dans ettiğimi fark ediyorum. Öncesinde arada bir, bir ezginin ritmine takıldığımda sallanırken bugünlerde, bir süredir, 24/7 evde olmaya başlayalı dans etmek için müzik bulduğumu ya da mırıldandığımı fark ediyorum. Ama ne dans! Sağa sola salındığım, sol ayağım yerde kımıldanırken - arada kaldırabiliyorum da... -  sağ ayağıma havada, dizden bükük minik daireler çizdirdiğim, kalça sallayıp durduğum, el-kol aktivasyonuyla şenlendiğim bir performans sergiliyorum. Benim için yeni; kesinlikle şikâyetçi değilim. Dans ruhu sağaltan bir aktivite, nasıl olursa olsun, ne kadar sürdürülebilirse sürdürülürsün beden pes diyene kadar bir ezginin ritmiyle akmak yaşamın değerini şaşırtıcı bir sadelikle anlatıyor.

Bir yandan oyuncuyken bu hastalık, diğer yandan hızla yaş aldırıcı. Bugün Türkiye'de 65+ yaşa yönelik COVID19 nedenli ayrımcılık ve ayrımcı dil hızla yükselir ve yaygınlaşırken henüz o yaşam evresine on yıldan fazla bir uzaklıkta olmama rağmen 65+ kişilerin yaşadıkları zorlukları, haksızlıkları bir nebze anlayabildiğimi sanıyorum.

Figen Şakacı, Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı'da ne güzel söyletiyor, Hayriye'ye:

Azar azar azalan zaman. Adına yaşlılık dedikleri yavaşlık... Aksayan, sakatlayan, eğri büğrü bir hal. Yere doğru, öne doğru, gittikçe toprağa doğru kapanan, büyüdükçe küçülmeyi, buruşmayı, titremeyi, üşümeyi, elde tutamamayı, önündekini görememeyi, unutmayı, unutturmayı sinsice belleten beden.... Sana ne oldu, sana ne oldu, hadi çık sokağa aldırma diyordun ne oldu diye durmadan başına kakan, yıldıran, bak şimdi bu masadan bile kalkmaya mecalin yok diye yüzüne vuran, nefsini her sabah, her gece, her an yoklayan, tenhalıkta gittikçe kaybolan ben, ben, şimdi kimim ben diye soran, susan, susan, sustuğuna suçlanan aynalar...

Düşünsenize, belirli bir yaş grubuna kıyasla ağır hareket etmeniz, altta yatan kronik bir hastalığınız olması, bağışıklık sisteminizin güçsüzleşmiş olması nedeniyle gündelik yaşamın insanlar açısından hayati, özsel, iletişimsel açıdan neredeyse vazgeçilmez kesitlerinden dışlanıyorsunuz. Bunun sağlığınız için gerektiği söylenirken, ciddi sağlık sorunlarına yol açma riski yüksek izolasyon uygulamaları söz konusu riskin önünü alacak, riskle yüzleşmenizde destek sağlayacak telafi edici, onarıcı ve/ya da hafifletici/yatıştırıcı (palliative) uygulamalar gündeme alınmıyor.

MS'li gündeliğimi herkesle paylaşmamamın arkasında yatan en önemli nedenlerden biri bu. Normalin dışına adım attığınızda insanlar kendi normallerini esnetmek yerine bu normallere esneyemeyenleri dışarıda tutmaya - haklarını istisnalaştırmaya, hak taleplerini tanıyan özel-kamusal düzenlemelere bakmak yerine - yardım/hayır eksenli uygulamalara meylediyorlar. Sadece karar alıcılardan ve uygulayıcılardan bahsetmiyorum; gündeliğimizi paylaştığımız insanlardan bahsediyorum. En kırıcı, usandırıcı, yıldırıcı ve üzücü olanlar da bu kişiler, onların davranışları, anlayışları, yaklaşımları... Karar alıcılar ve uygulayıcılar en fazla sinirlendirirler, öfkelendirirler, zira. Bu da bir ölçüde sağlıklıdır, çözüm odaklı ve yaratıcı alternatifler geliştirmenize alan açabilir.

Üzülmek ve usanmak ise... umudun en sinsi düşmanları değil mi?

Umutsuz günlerimiz eksik olsun!

As I talk about MS

So, here is a bunch of recent responses from those who hear about my MS-life, first time. Some are great, in total solidarity, written, told...